Harold Fry’ın Beklenmedik Yolculuğu, sessiz bir hayat süren emekli Harold Fry’ın, yıllardır görmediği bir arkadaşından gelen ölüm haberiyle başlar. İçten bir mektup yazıp postaya gidene kadar, adım adım içindeki boşluk ve pişmanlıkların farkına varır. Bir benzin istasyonundaki tesadüfi bir karşılaşma ona o andan itibaren yürümeye devam etme ilhamını verir ve Devon’dan kuzeye, Berwick-upon-Tweed’deki hospice’a kadar uzanan çaresiz ama umut dolu bir yola çıkar. Her adımda geçmişiyle yüzleşir, kayıpları, pişmanlıkları ve sahip olduklarının değerini dile getirir. Film; insan ruhunun dayanıklılığını, pişmanlık sonrası affetmenin gücünü ve sıradan bir hayatın bile ne kadar olağanüstü bir anlam taşıyabileceğini gözler önüne serer. Jim Broadbent’in canlandırdığı Harold, kendini ve izleyiciyi dirayetle kucaklayan bir kahramana dönüşür.

Green Book, 1962 Amerika’sında geçen ve farklı dünyalardan gelen iki adamın yollarının kesişmesini anlatıyor. Bronx’lu, dobra ve pratik zekâlı Tony Lip, dünya çapında tanınan siyahi piyanist Don Shirley’nin konser turunda şoförü olarak işe başlar. İkili, Güney eyaletlerine doğru yola çıkarken, dönemin yoğun ırkçılığına, sosyal önyargılara ve kişisel farklılıklara birlikte göğüs gerer. “Green Book” adı, siyahilerin o dönemde güvenle konaklayabileceği yerleri gösteren rehber kitaptan gelir. Yolculuk boyunca sert kabukların altındaki kırılganlıklar ortaya çıkar, önyargılar yerini anlayışa ve dostluğa bırakır. Film, hem dokunaklı hem de umut verici tonuyla, insanlığın ortak paydasının empati ve sevgi olduğunu güçlü şekilde hatırlatıyor.

Sevdiklerimiz, 1978 yılında Bas‑St‑Laurent’te babasının ölümüne tanıklık eden David’in hikâyesiyle başlar. Ölümünün gerçek nedeni uzun yıllar aile içinde saklanır. David, evlenip çocuk sahibi olduktan sonra, içinde taşıdığı boşluk ve cevaplanmamış sorularla yaşamını sürdürür. Kızı Laurence büyürken, babasının ölümü arkasında çözülemeyen bir gizemi bırakmıştır. Film ilerledikçe; yas, cehalet ve merakla birlikte gelen duygusal yük; geçmişin gölgesinde şekillenen aile ilişkilerini nasıl etkilediğini gösterir. David’in kendi ailesini kurarken yaşadığı içsel çatışmalar, ailesel suskunlukların bireysel ruh haline etkisini derinden hissettirir. Sevdiklerimiz, kaybın ötesinde; affetmek, kabullenmek ve yeniden bağ kurmak üzerine güçlü ve içten bir hikâye sunar.

Dünyalar Savaşı, sıradan bir günün aniden tersine dönmesi ile Ray Ferrier’in (Tom Cruise) New York ve New Jersey’de yaşayan çocuklarıyla hayatta kalma mücadelesini anlatıyor. Beklenmedik bir yıldırım fırtınasının ardından dev üç ayaklı uzaylı savaş makineleri ortaya çıkıyor ve şehirler hızla yıkıma uğruyor. Ray, birbirine yabancı olduğu 10 yaşındaki kızı Rachel (Dakota Fanning) ve genç oğlu Robbie ile kaçmaya çalışırken hem dış saldırıyla hem de kendi içindeki korkularla savaşmak zorunda kalıyor. Film; aile bağları, fedakârlık, çaresizlik ve direniş temalarını, modern sinema olanaklarıyla etkileyici bir şekilde izleyiciye geçiriyor. Spielberg’in yaklaşımı, büyük felaketi kişisel bir masala çevirerek; hayatta kalmaya çalışırken sevgiyle bağlantı kurmanın önemini güçlü bir duygusallıkla anlatıyor.

Beni Bırakma, Puebla’da yaşayan genç şef Iván adlı karakterin tesadüfen tanıştığı üniversiteli öğretim görevlisi Gerardo ile başlayan samimi ilişkisini konu alıyor. Homofobik toplumun baskıları nedeniyle Iván, ailesi ve oğlu ile kopmamak için kimliğini saklar. Bir yandan da Amerika’da özgürlüğü ve aşka dair umutlarıyla dolmuş durumda. İkisi birlikte New York’a ulaşmak için tehlikeli bir göç yolculuğuna çıkarlar. Film, zaman zaman dramatik ama içten sahnelerle; aşkın sınır tanımaz doğasını, özlem ve kaybı, göçmenliğin acı gerçeklerini izleyiciye aktarırken Gerardo ve Iván’ın arasındaki duygusal bağı hiç kaybetmeyen bir saygıyla sunuyor. Hikâye ilerledikçe, güncel çekimlerle gerçek Iván ve Gerardo’nun hâlâ birbirini taşıyan yüzleşmeleri, filmin üzerine kurulu gerçekliği güçlendiriyor. Bu sadece bir aşk öyküsü değil; aynı zamanda kendi kimliğini ve sevgiye dair tüm sınırları aşan bir büyüme öyküsüdür.

Desire (Q), babasını kaybetmenin ardından derin bir boşluğa düşen 20 yaşındaki Cécile’in hikâyesini anlatıyor. Antoine onun peşinden koşmaz; o yalnızlıkla başa çıkmak için farklı insanlarla duygusal ve fiziksel bağlar kurar. Kimi zaman teselli arayan, kimi zaman kendini keşfetmeye çalışan bu genç kadın, çevresindeki kadınların ve erkeklerin hayatlarını dokunarak alt üst eder. Film, cinsel arzuyu hem bir kaçış hem de içsel keşif aracı olarak sunarken, davranışlarının başkaları üzerindeki etkisini gösteriyor. Cécile’i canlandıran Déborah Révy’in performansı aracılığıyla, izleyici yavaş yavaş bir arzunun aşkın yerini alıp almayacağını sorar. Film, toplum normlarına ve içsel çatışmalara karşı duran genç bir kadının çelişkili duygularla örülü iç dünyasını sade ama rahatsız edici bir tarzla sunuyor.

Hotel Desire, Berlin’de çalışan tek başına bir anne olan Antonia’nın yoğun bir yaz sabahıyla başlıyor. Yedi yıldır bir ilişki yaşamamış, yalnızlıkla boğuşan bu kadın ardından otelde unutulmaz bir karşılaşmaya sürükleniyor. Rutin işlerinden biri sırasında, otel odasına giren görme engelli portre ressamı Julius Pass ile beklenmedik şekilde karşılaşıyor. İlk başta şok olan Antonia, zamanla hem fiziksel hem duygusal bir bağ kuruyor. Film, yalnızlık, özlem ve arzunun iç içe geçtiği bu masum ama aynı zamanda yoğun ilişki anını sadece 38 dakikalık süre içerisinde izleyiciye taşırken, beklenmeyenin insanı nasıl dönüştürebileceğini anlatıyor. Gündelik hayatta görünmez hisseden bir kadının, dokunmanın, anın ve kırılgan bir güvenin gücünü keşfetmesi üzerine dokunaklı bir yolculuk.

Tulpa, gündüz güçlü ve disiplinli bir iş kadını olarak tanıdığımız Lisa’nın geceleri tamamen zıt bir dünyanın içine adım atmasıyla başlıyor. Sıradan hayatını ardında bırakıp, gizemli bir gurunun işlettiği Tulpa adlı erotik kulüpte bilinmeyen arzularını keşfediyor. Giderek yoğunlaşan gecelerin ardından, birlikte olduğu insanlar teker teker korkunç şekilde hayatını kaybediyor ve Lisa bu karanlık labirentin içinde yalnız bırakılıyor. Hem kendi geçmişiyle hem de sosyal çevresindeki güç ilişkileriyle yüzleşmek zorunda kalıyor. Film, cinsellik, kimlik, gizem ve ölüm arasında ince bir çizgide ilerliyor; izleyiciyi rahatsız edecek kadar cesur ama stil sahibi bir görsellikle yakalıyor. Giallo tutkunlarına nostaljik bir selam çakarken, aynı zamanda modern bir yaklaşımı cesurca deniyor.

Jackie ve Clotaire, aynı limanın çevresindeki bir kasabada, aynı okulda büyüyen iki kişidir. Jackie, derslerine dikkat eden ve geleceği için çalışan hırslı bir genç kızken; Clotaire, okuldan kaçan ve sorumluluklardan uzak duran asi bir gencin ta kendisidir. İkisi, tam zıt dünyaların temsilcileri gibi görünseler de, kaderleri onları bir araya getirir.Ne kadar farklı olurlarsa olsunlar, aralarındaki çekim inkar edilemezdir. İlk karşılaşmada filizlenen bu aşk, zamanla yoğun ve yıkıcı hale gelir. Liman rüzgârları, gizlice buluştukları rıhtımlar ve okulun koridorları, onların hikayesinin tanığı olmuştur. Ancak yaşam, onları bir arada tutmaya çalışmak yerine devamlı ayırmaya çalışmaktadır.Toplumsal farklılıklar, ailelerin baskısı ve kaderin acımasız oyunları onları zorlar. Ancak ne olursa olsun, birbirlerinden ayrılamazlar. Onlar, aynı kalbin iki parçalı bir yansıması gibidir. Zorluklar karşısında tekrar bir araya gelmenin bir yolunu bulacaklar mı, yoksa hayatta karşılaştıkları sert rüzgarlar onları ebediyen ayıracak mı?

Neposlushnaya, yirmili yaşlarındaki Elya isimli çevreci bir üniversite öğrencisinin içinden geçtiği duygusal ve zihinsel yolculuğu anlatıyor. Matvey adlı inşaat şirketi patronu, Elya’nın kendisine meydan okuyan duruşundan etkilenerek ona yedi romantik gün teklif eder: bu süre sonunda eğer Elya gitmeye karar verirse, orman park alanına yapılacak gökdelen projesinden vazgeçecektir. Elya, kendine güveniyle ve idealleriyle Matvey’e karşı durduğu bu süreçte duygularının sınandığını hisseder. Film, bir genç kadının aşk, isyan, özgürlük ve toplumun beklentileri arasında nasıl şekillendiğini gösteriyor. Mücadele eden ama yumuşak bir ruhun savunusu bu; Elya’nın inatçılığı ile Matvey’in gücünü dengeleyen yoğun, duygulu bir drama. İzleyiciye aşkın, sadakatin ve bireysel onurun birbirine dokunduğu, bazen çarpıcı ama bir o kadar da samimi bir hikâye sunuyor. Güzelliğinin ve parasının her kapıyı açtığını düşünen Matvey, önce Elya'yı etkilemek için ona cömert teklifler yapar. Fakat Elya ne maddi destek, ne de şatafatlı vaatlerle ilgilenmektedir. Onun doğaya ve inançlarına sadakati, Matvey’i hem öfkelendirir hem de daha da meraklandırır.Sonunda Matvey, alışılmadık bir teklif sunar: Yedi gün boyunca onun kurallarına göre, birlikte vakit geçireceklerdir. Eğer bu sürenin sonunda Elya hâlâ karşı durursa, Matvey inşaat projesinden vazgeçecektir. Elya, projeyi gerçekten durdurmak için teklifi kabul eder, çünkü Matvey, planları geçici olarak askıya almıştır.Kendini bir tür modern Pretty Woman hikâyesinin başrolünde hisseden Elya, kısa sürede Matvey’in göründüğünden çok daha karmaşık biri olduğunu fark eder. Bu yedi günlük oyun, hem doğaya olan savaşın hem de duygularla yüzleşmenin bir arenasına dönüşecektir.